Totaliter bir ideoloji olan faşizm ile siyasal din arasındaki bağlantı incelendiğinde, siyasetin kutsallaştırılmasının demokratik değerler ve insan hakları açısından ciddi bir endişe kaynağı olduğu açıkça görülmektedir. Faşist ideolojiler, liderlerini ve devleti bir dini figürmüş gibi yüceltme eğilimindedir. Bu durum, toplumda dini dogmaların ve siyasi otoritenin mutlak hale gelmesine yol açarak, bireysel düşünce özgürlüğü üzerinde baskı oluşturur.
Faşizm ve siyasal din, özlerinde mutlakıyetçi ve merkeziyetçi yapılar barındırır. Her iki yapı da eleştiriyi ve muhalefeti bastırırken, toplumu tek bir doğru üzerinden şekillendirme gayreti içerisindedir. Faşist rejimlerde lider, halkın üzerinde bir otorite figürü olarak yüceltilir ve bu liderliğin sorgulanamaz olduğu bir iklim yaratılır. Benzer şekilde siyasal din, ilahi bir şekilde meşrulaştırılmış bir otorite kurarak bireylerin sorgulama hakkını sınırlandırabilir. Bu iki unsur, toplumsal çeşitliliği ve bireysel özgürlükleri tehdit eden birer aracı haline gelir.
Siyasetin kutsallaştırılması, bir yandan devleti ve lideri eleştirilmez bir konuma yerleştirirken, diğer yandan halkın pasifleşmesine neden olur. Toplum, sorgulama ve tenkit mekanizmalarını kaybettiğinde, yaratıcılık ve çoğulculuk ortadan kalkar. Bu durum, bir yandan bireysel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına, diğer yandan kolektif bilincin zayıflamasına yol açar. Sonuçta, toplum üzerinde tam kontrol sağlamaya yönelik bu sistemler, sosyal adalet ve bireylerin yaşam kalitesi üzerinde geri dönüşü olmayan hasarlara neden olur.
PEKİ BU DURUMDAN NASIL KURTULACAĞIZ?
Demokrasi ve Halkın Birlikteliği Üzerine
Demokratik değerlerin korunabilmesi için siyasetin kutsallıktan arındırılması ve devlet ile liderlerin eleştirilebilir hale getirilmesi hayati bir önem taşımaktadır. Bir toplumun farklı fikir akımlarına ve eleştirilere açık olması, bireylerin özgürce düşünmesine olanak tanır ve demokratik düzenin sürdürülebilirliğini sağlar. Bu bağlamda, siyasal özgürlüklerin ve insan haklarının desteklenmesi, faşizm ve siyasal din gibi tehlikeli yapıların karşısında etkili bir panzehir niteliğindedir.
Ancak içinde bulunduğumuz durum, halkın büyük bir kısmının pasifleştiğini ve toplumsal dinamizmin zayıfladığını göstermektedir. Demokratik kitle örgütleri veya siyasi partiler, halka önderlik etmeye çalışsa da sistemin ağır ve baskıcı yapısı bu çabaları genellikle bastırmakta, eleştirel sesleri susturmak için gündem değiştirme veya yargı mekanizmalarını bir baskı unsuru olarak kullanmaktadır. Bu sarmaldan çıkış için asıl sorulması gereken şudur: Pasifleşmiş bir halk katmanıyla başarıyı nasıl yakalayabiliriz?
Ülkemizde “halk” dediğimiz kavram, homojen bir yapıdan ziyade farklı katmanlardan oluşmaktadır: işçiler, memurlar, askerler, köylüler, öğrenciler, emekliler gibi grupları ayrı ayrı kapsar.. Günlük hayatta medyaya yansıyan her protesto, genellikle yalnızca bir kesimin mücadelesini temsil eder ve diğer katmanların desteğinden yoksundur. Bu durum, toplumsal dayanışma mekanizmalarının eksikliğini gözler önüne serse de çözüm tamamen imkânsız değildir.
Asıl mesele, bu farklı kesimlerin taleplerini ayrı ayrı ele alıp, ortak bir paydada birleştirebilmektir. Her grubun özgün ihtiyaçlarını dikkate alarak bir sınıflandırma yapıldığında, tüm kesimlerin katılabileceği bir birliktelik doğar. Bu stratejik yaklaşım, bir halk hareketinin temellerini atabilir ve toplumsal dönüşüm için gerekli zemini hazırlayabilir. Bizler, bu olasılığı çeşitli programlarımızda simüle ettik ve hayata geçirebileceğimiz stratejileri test etmiş durumdayız.
Devrim, bu birlikteliği anında görünür kılacak, her kesime ortak bir payda sunacak ve kurtuluşun anahtarı olacaktır. Halkın pasifliği veya parçalanmışlığı üzerinden siyasi hesaplar yapmak, yalnızca toplumsal bölünmeyi daha da derinleştirecektir. Aksine, farklı gruplar arasındaki dayanışmayı teşvik ederek ve ortak hedefler etrafında birleşmeyi sağlayarak başarıya ulaşmak mümkündür.
Ayrıca, bu mücadelede yalnızca iç dinamikler değil, küresel baskılar da göz önünde bulundurulmalıdır. Küresel sistemin dayattığı politikalar ve ekonomik düzen, toplumsal dayanışmayı zayıflatma potansiyeline sahiptir. Bu nedenle, Türk milletinin devrimini başarmak, yalnızca ulusal değil, aynı zamanda evrensel bir mücadele olarak görülmelidir. Ve öyledir.
Sonuç olarak, toplumsal birlikteliği sağlamak ve demokrasi idealine ulaşmak için parçalanmışlık algısını kırmak, tüm halk katmanlarının taleplerini kucaklayan bir strateji geliştirmek ve buna uygun bir program ortaya koymaksa DEVRİM PROGRAMI bunun üzerinedir. Türkün devrimi, işte bu ortak dayanışma ve kararlılıkla başarılacaktır. Yüreğindeki sese kulak ver.
Fuat YEŞİLKAYA