Bütüne ulaşma,

Kişi veya insan toplulukları arasındaki çeşitlilik farkı (dil, din, ırk vs. ) belirli bir özelliği paylaşan gruplar arasında çatışmalara neden olduğu gözlemlenmektedir.

Böyle bir farklılıklar sorununu çözebilmek için, sorunun gerçekten farklılıklardan kaynaklanıp kaynaklanmadığı anlaşılmalıdır. Yani söz konusu problem, farklılıkların neden sorun haline geldikleri ve bunun nasıl ortadan kaldırılacağıdır.. Bu anlatımda, sorunun nedenlerinin algı problemi ve sınıflandırma olduğunu belirteceğim.

Farklılık problemini ilgilendiren temel, farklılıkların bir sorun kaynağı ve problemlerin sebebi olarak görülüp görülmemeleridir. Milli, dini, kültürel çeşitlikleri bir sorun olarak görmek bu farklılıkları sorun haline getiren sebebin kendisidir.

Bir insanın ait olduğu millet, din ve kültürel grup doğduğundan itibaren belirliyse, bu olgular bireyin düşüncesi ile ileriki yaşamında değişme potansiyeli olsa da, çoğu birey bu bilgilerini büyüme dönemi ve sonrasında içselleştirir ve kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak görür. Biyolojik ve genetik olarak başlayan kimlikleşme bir sonraki aşamada sosyolojik ve psikolojik konuma taşınır.

Aynı millete, dini cemaate ve kültür grubuna sahip insanlar günlük sorunların yanı sıra Tanrı’nın varlığı, ölüm gibi olağanüstü sorulara da birlikte cevap ararlar. Bunun da ötesinde, kendi varlıkları ve yaşamlarına bir amaç, bir anlam katmış olurlar. Süreçte bu kavramları kişisel bir ideoloji olarak değil de, toplumu sosyolojik açıdan sınıflandırmanın bir biçimi, toplumsal bir olgu ve insan ilişkilerinin bir türü olarak görmek daha doğrudur.

Bu düzlemde devam edersek, aslında ortak bir paydada başlayan insanların bu hayali unsurları belirli bir toplum içinde kazandıkları, aslında tamamen kişisel bir inanç olması gereken dinin bile toplumdan ayrı düşünülemez hale gelmesiyle görünür hale gelir. Bu kavramların her biri kimliğimizi ve dolayısıyla insan gruplarını ayrı etkilediğinden, bu kavramları ayrı boyutlarda incelemenin daha doğru olduğunu düşünmek gerekir.

Millet veya ulusu, sınırları belli bir toprak parçası üzerinde sahiplik hakkını savunan ve aynı dili konuşup benzer kültürlere sahip genetik olarak benzer özellikleri paylaştıkları savunulan insan topluluğu olarak gösterebilir ve tanımlayabiliriz.. Öncelikle bir politik organizma olan ülke ile genetik ve sosyolojik bir unsur olan milliyeti ayırmak gerekir.

Bir insanın ülkesine bağlılığın milliyetçilik değil yurtseverlik sayılmasını savunabiliriz. Çoğunlukla ulus devlet sistemini yansıtan politik sisteminde bile homojen bir devlet yapısının olmadığını görürüz.

Bir insanın milliyetine bağlılığının, bu noktada ülkesine bağlılığıyla ters düşmemesi gerekir. Açıklamak gerekirse, bir insan yurtsever olabilir, ama bu o ülkedeki çoğunluk millete bağlı olduğu anlamına gelmeyebilir. Yine aynı şekilde ruhsal bir inanç olan din, insanların hayatın anlamı, nasıl yaşamak gerektiği, ölüm ve ölümden sonra hayat gibi tek bir yanıtla cevap bulması güç olan sorulara cevap aradıkları milliyetçilikten önce insanları çatısı altında toplama özelliğini taşımış olan din, milliyetçilik gibi bireyden topluma ulaşma yolunu tamamlamış bir kimlik unsurudur.

İnsanları birbirine bağlayan, bağlılık kazanan din, özünde milliyetçilikten daha kişisel olması gereken bir unsur olsa da, inananların toplanıp cemaatler oluşturması ve toplumun ahlak kaynağının din olarak görülmesi ile toplumsal boyuta ulaşır.

Diğer bir olgu olan kültür, birbirine manevi veya biyolojik olarak bağlı insanların dillerini, geleneklerini kapsayan ortak mirasları olup, bir ulusa ait olabileceği gibi, bir milletin azınlık bir kısmına ait olabileceği veya birden fazla milletin ortak kültürü olabileceği göz ardı edilemez.

Bu çerçevede kültür dikkatle kullanılması gereken bir sözcüktür, ancak bir bireyin kimliğinin oluşmasında en az milleti ve dini kadar etkili olup, kültür, diğer kavramlara göre daha yerel ve özgündür. Dilse bir milletin bir politik organizma içinde alacağı yeri belirleyen önemli kavramdır. Dil bir halkı asimile etmek için kullanılan en büyük araç olduğundan, farklı grupların aynı ülke içerisinde ne ölçüde kaynaşacağını belirler.

Farklılık sorununu psikolojik olarak ele alırsak, insanların kendilerinden farklı algıladıkları insanları veya herhangi bir canlıyı tam olarak anlayamadıkları veya anlayamadıklarını düşündükleri, ve bunun yanı sıra anlayamadıkları bir şeyden korkma eğilimi gösteren insanların anlayamadıklarına karşı saldırgan davranışlar benimseyebileceği ve bunun da kendini savunma içgüdüsünden kaynaklandığını söylerken, bunu destekleyen bir düşünce olarak insanların güven arayışlarını düşünebiliriz.

Buna karşın ilk insanlar birlikte yaşamaya başladıklarında bile, hayatta kalmalarına bu farklılıklar yardımcı olmuştur. İş bölümü ile farklı görev ve mesleklerin oluşmasıyla insan kendisinden farklı olanla bir araya gelmiş, bu durum iki tarafın da yararına olmuş ortak payda temeli atılmıştır.

İnsanların sadece kendi milletleriyle, camiaları ile yaşayabileceklerine karşılık, insanların birlikte yaşamasında bu HAYALİ sınıflandırmaların değil insanın doğasından gelen sosyal ve siyasi yapısının rol oynadığıdır. Bu sınıfların hayali gerçekliğine karşın birlikte yaşamak asıl olarak insanın temelinde olan bir gerçektir.

İNSANLAR BENZEDİKLERİ İÇİN BİRLİKTE YAŞAMAZLAR, İHTİYAÇLARI OLDUĞU İÇİN BİRLİKTE YAŞARLAR. ARİSTOTELES

Bunlara da bir göz atın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir